Abdurrahman Tagi: “ Gönülden dünya sevgisi çıktı mı diğer temizlikler daha kolay olur.”

Hazırlayan: Fahri Sarrafoğlu

Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu illerinde tasavvufun yayılmasında birçok Allah dostunun emeği vardır. Anadolu medeniyetinin oluşmasında bu hakikat yolcularının katkısı büyüktür. İşte Bitlis’in Güroymak ilçesinin eski adı olan Norşin, bir dönemin ilim ve irfan merkezi olmasına sebep olan hakikat yolcularından birisi de Şeyh Abdurrahman-ı Tâği olmuştur.  Kendisi yaptığı tasavvuf sohbetleri ile hem öğrenci yetiştirmiş hem de Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun manevi alanda ahlaken de yetişmesi için büyük emek vermiştir.  İşte onun hayatı ile ilgili derlediğimiz bilgiler şu şekildedir:

 

İNSANLARIN KALBİNİ KAZANMAK ESASTIR
Seyyid Taha Nehrî ile Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu’sunda yayılan Hâlidîlik, Seyyid Sıbgatullah Arvâsî’nin yetiştirdiği halife ve müridleri ile bir sonraki nesle ulaşmıştır. Onun halifesi Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî ise tarikatın bölgede istikrarlı ve geniş bir biçimde yerleşmesini sağlamıştır.  Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî’nin, Kurduğu Norşin Medrese ve Tekkesi, dinin zahirî öğretilerinin tahsil edildiği bir merkez olmakla birlikte manevi yolda saliklerin yetiştiği tasavvufî bir ekol olmuştur. Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî’nin (v. 1886) burada kurduğu medrese ve tekke, bölgenin toplumsal ve dinî yapısında derin izler bırakmıştır. “Seyda” lakaplı Şeyh Abdurrahman, burada yetiştirdiği on dokuz halifesi ve binlerce müridi ile Bitlis ve çevresindeki illerin Nakşibendî-Hâlidî meşrebine göre bir tasavvufî yaşantıyı benimsemesinde önderlik etmiştir.
HAYATI VE TASAVVUF EĞİTİMİ
On dokuzuncu yüzyılın büyük velilerinden. İsmi Abdurrahmân olup Tâgî, Tâhî ve Nurşînî nisbeleriyle bilinir. Üstâd-ı A’zam ve Seydâ lakaplarıyla meşhûr olmuştur. Babası, Molla Mahmûd Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kızı Meyâsin Hanımdır. 1831 (H.1247) senesinde Şirvân’da doğdu. 1886 (H.1304) senesinde Bitlis vilâyetine bağlı Güroymak (Nurşîn) ilçesinde vefât etti. Kabri Nurşîn’dedir.

Âilesinin de teşvik ve desteğiyle küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Abdurrahmân Tâgî, Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Anne terbiyesi ve yaratılışındaki temizlik sebebiyle akranları arasında farkedilir oldu. Oyunla ve boş işlerle meşgûl olmuyor, hep faydalı işlerle ve ilim öğrenmekle vakit geçiriyordu. Abdurrahmân Tâgî, çocukluğuyla ilgili olarak şöyle derdi: “Annemin güzel terbiyesi yüzünden rûhlar âlemiyle ilişkim kesilmezdi. Allah’tan gâfil olmazdım. Çocukların arasında kendimi devamlı kusurlu görürdüm.”

SOHBET VE MUHABBETİN ÖNEMİ
Abdurrahman Tagi, sohbete büyük önem verirdi. Sohbetten istifadenin muhabbetle olacağına işaret ederek: “Muhabbete denk olacak hiçbir şey yoktur.” buyurdu ve muhabbetin özelliklerini açıkladı, muhabbetin üstün olduğunu anlattı.
Bir sohbetinde yine şunları söyledi: “ Yolumuz sohbet yoludur. İnsanlara hayret ediyorum niçin sohbeti istemezler, niçin sohbet meclisine katılmazlar, niçin Allah adamlarının yanında bulunmazlar? Hâlbuki sohbet ehlinin ev sâhibi Allah Teâlâ, teşrifatçısı hazret-i Ali, sakisi yâni su dağıtanı Hızır aleyhi selamdır. Şayet sohbet etmek için yedi kişi bir araya gelse, yüksek makamlara erişirler ki, Aralarında bir Allah dostunun varlığı umulur.”

EĞİTİMDE ESTETİK ÖNEMLİ
Medresede ders verdiği sırada, bâzan talebelerini akan suların kıyılarına, çiçekli bahçelere ve güzel manzaralı tepelere götürerek orada ders verirdi. Öğrencilerin rahat ve huzurlu bir eğitim almalarını isteyen Abdurrahman Tagi, ilim tahsilinde de estetiğe dikkat ederek Kuran’ı Kerim’de her şeyin bir tertip içinde anlatıldığına dikkat çekerek buradaki güzellik gibi eğitim verirken de veriliş şeklinin ö nemine dikkat çekerdi.  Dersleri esnasında Allahü teâlânın varlığını ve birliğini gösteren tabîat hâdiselerini anlatırdı. Bâzan ders verdiği kitapta çözümü zor meselelerle karşılaşınca kitabı kapatır, talebelerinden ilâhî aşka dâir bir kasîde söylemelerini ister, sonra bu müşküllerin cevabını Allah Teâlâ’dan kendisine bildirmesini dilerdi.

DÜNYAYA GÖNÜL VERMEZDİ
Kanâat sâhibi, gönlü tok bir kimse olan Abdurrahmân Tâgî dünyâ mal ve rütbelerine gönül vermezdi. Bu yüzden kendisine bulunduğu nâhiyenin müdürlüğü, kâdılığı ve müderrisliği verildiği hâlde bunlara iltifât etmedi. Çünkü o kendisini tasavvufta yükseltecek bir mânevî rehber arıyordu. Kısa bir müddet içinde yüksek evliyâlık derecesine ulaşan Abdurrahmân Tâgî bir gün sabah vakti hocasının huzûruna giderek; “Efendim! Ben her şeyde Lafza-i Celâl’in (Allahü teâlânın isminin) zikrini duyuyorum. Hattâ önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum.” diyerek hâlini anlattı. Talebesinin, olgunluğa erdiğini gören Seyyid Sıbgatullah Arvâsî ona Ispahart nahiyesinde kâdılık yapmasını emretti.

Hocasının emri üzerine iki yıl müddetle kadılık vazifesini yürüttü. Bu vazifesi esnasında insanlara güzel ahlâkı ve hoş görüsüyle hizmet etti. Zaman zaman hocasının yanına gidip gelerek sohbetiyle şereflendi ve hasretini gidermeye çalıştı.

Tasavvufta insanları yetiştirmeye başlamadan önce bütün arâzisini satarak Allahü teâlânın rızâsı için harcadı. Bu hususta; “İnsanlardan dünyâyı terk etmelerini isterken nefsimin dünyâ malı karşısındaki durumunu öğrenmek istedim. Gasv’ın yâni Sıbgatullah Arvâsî hazretlerinin himmetiyle Allah’a tevekkülümün tamam olduğunu gördüm.” dedi.

Dünyaya yönelmek sâdece mal sevgisinden ibaret değildir. Başa geçme, şöhret sahibi olma, insanları peşinde sürükleme sevdası da dünya sevgisinden sayılır.

Bu hastalıklardan kurtulmak için kullanılacak silâh nefse karşı düşmanlık silahıdır.

GÜNÜMÜZE MESAJLARI:

Zikirle ilgili olarak talebelerinin sorduğu bir suâl üzerine şöyle buyurdu:

“Bu Hâlidiye büyükleri sesli zikir yapmazlar, talebe kıbleye karşı edeple oturmalıdır. Hâzır bir kalb ile zikirde bulunmalıdır. Çünkü zikir esnâsında kalbin hâzır olması muhakkak lâzımdır. Zikirden maksad tevhid olup, Allahü teâlânın birliğini hatırlamak, dile getirmektir. Hattâ tesbih tanelerini bir eksik mi, fazla mı çektim diye takılmamak gerekir. Çünkü tesbihleri söylemekten maksad hâldir. Bir eksik veya fazla olmuş ne çıkar.”

Olgun bir mürşidin, yol gösterici rehberin durumuyla ilgili olarak sorulan bir soruya da şöyle cevap verdi:

“Mürşid-i kâmil talebesinin her türlü hastalığını tedâvi eder. Yalnız ihlâs ve muhabbet eksikliği ile bid’atlerin sebeb olduğu hastalıklar hâriç. Çünkü bu hastalıklar talebenin istikâmetini yolunu değiştirir. Talebe Sırat-ı müstakîmden yâni doğru yoldan ayrılır. Fakat bunların tedâvîsi mümkündür. Zinâ yapan zinânın büyük günah olduğunu bilir sonra pişmanlık duyar. İhlâs ve muhabbet eksikliği ve bid’at işleme durumu olursa günah işlediğini bilmez, pişman olmazlar. Demek ki ilacın aslı, pişman olmak, nefsinin kusûrunu görmek ve hocasına yalvarıp sığınmaya bağlıdır.

 

Tarikat, şeriattan başka bir şey değildir. Şeriata uyan her mesele tarikattandır. Şeriatsız tarikat olmaz. Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) Hz.leri müridleri bid´atlerden kaçınmaya çağırarak şöyle dedi: “Çok el öpmeyin. Çünkü el öpmek bid´attır. Sahabelerin adeti musafaha (el sıkışma) ve muânaka (kucaklaşma)dır.
AKILSIZ DOST DEĞİL AKILLI DÜŞMAN
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) “Akıllı düşman ahmak dosttan daha iyidir” dedikten sonra sözüne şu misâli getirdi: “Bir adamın bir maymunu vardı. Gece kendi uyuduğunda, düşmanlarından korumak üzere terbiye etti. Eline hançer vererek nöbet tutturdu. Adamın düşmanlarından biri onu öldürmek maksadıyla gizlice evine girdi. Fakat o sırada o adamın göğsüne tavandan bir örümcek düştü. Maymun örümceği görür görmez hemen hançere sarılır ve örümceği öldürmek ister. Düşman olarak eve giren adam maymuna engel olur. Çünkü cesur bir insanın, ahmak bir hayvanın elinde ölmesine gönlü razı olmaz. Gürültüler üzerine uyanan ev sahibi ne olduğunu sorar. Düşmanı, durumu açıklar. Bu hâdise barışıp dost olmalarına sebep olur.”
HAYRIN KÜÇÜĞÜ BÜYÜĞÜ YOKTUR
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden olan Abdurrahmân Tâgî hazretleri bir gün talebelerinden birine bir hizmeti yapmasını emretti. Fakat talebesinde bu işe karşı bir isteksizlik meydana geldi. “Bu hizmeti başka bir sûfî yapsa onun için daha iyi olur. Bu iş bana ağır geliyor.” diye kendi kendine söylendi. Bu durumun farkına varan Abdurrahmân Tâgî talebesine şöyle buyurdu:

“İnsanoğlu daraldığı zaman bir işi yapması, yapmamasından daha zor olur. Ama kendisine zor gelen bir işi başkasına teklif etmesi kolay gelir. Halbuki insan, o işten gelen hayrın başkası için değil kendisi için olduğunu bilmez. Buna karşılık zevkli bir iş olunca insan o işi yapmayı, yapmamaya göre daha kolay bulur. Fakat bu defâ kendine değil de arkadaşına o işi yapmamayı tavsiye etmek kolayına gelir. Oysa o işi yapmamanın zararı arkadaşının değil kendisinindir, bunu bilmez.”

 

YETİŞTİRDİĞİ TALEBELER
Abdurrahmân Tâgî, birçok talebe yetiştirdi. Halîfelerinin en meşhûrları şunlardır: Fethullah Verkânîsî, Abdurrahmân Nurşînî, Molla Reşid Nurşînî, Allâme Molla Halil Siirdî’nin torunu Abdülkahhâr, Abdülkâdir Hizânî, Seyyid İbrâhim Es’irdî, Abdülhakîm Fersâfî, İbrâhim Ninkî, Tâhir Âbirî, Abdülhâdî, Abdullah Hurûsî, İbrâhim Çuhrûşî (Çukrûşî), Halil Çuhrûşî, Ahmed Taşkesânî, Muhammed Sâmî Erzincânî, Abdullah Subaşı, Halife Mustafa Bitlisî, Hacı Süleymân Bitlisî, Hacı Yûsuf Bitlisî, Hacı Yûsuf Köşkî’dir.

Kaynak: http://dergipark.gov.tr/download/article-file/335369

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

*
*
Website