Yazan: Fahri Sarrafoğlu

Sırpların zulmüne maruz kalan Boşnakların, bu zulümden kurtulmalarından kısa bir süre sonra oraya destek vermek amacıyla MÜSİAD oraya 1996 yılında bir destek heyeti göndermişti. İşadamları heyetinin içerisinde MÜSİAD Basın Müşaviri olarak bizde katılmıştık. Önce Hırtavistan’a uçakla sonra da kara yoluyla Saraybosna’ya ulaştık. Şehrin uzak bir yerinde ayarlanan bir otelde kalıyorduk. Otelde su sıkıntısı vardı. Gıda sıkıntısı devam ediyordu. Ertesi sabah heyetimiz şehirde resmi ziyaretlere başladığımızda ilk şaşırdığımız şey, halkın savaştan henüz çıkmalarına rağmen yüzlerinin gülmeleriydi.  En ufak bir surat asıklığı yok, moralleri bozuk değildi. Tam tersi canlı ve heyecanlıydı.  Bu işadamları heyetimizi şaşırtmıştı. Ne kadar güzeldi insanların yaşama sevincinin halen sürdürmesi.  Camiler tıklım tıklımdı. İnsanlar camilere adeta akın ediyor. Kadınlar, erkekler, çocuklar ezanla birlikte camileri dolduruyordu. Çünkü ezan uğruna nelere katlanmışlardı.

Gece akşam yemeğini Saraybosna’da “Başçarşı” denilen, çok otantik ve ilginç bir yerde yemek için MÜSİAD heyetini davet ettiler. Yemek sonrası Denizlili işadamı Fatih Filiz Bey’le şehri gezmeye çıktık.  Hava sıcak olduğu için kazağımızı belimize bağlamıştık. Yemek rehaveti, çarşının kalabalığı ve etraftan Boşnak müziği bizi etkilemişti.

Başçarşı Saraybosna

Sokağı gezerek gidiyorduk. Hatta iyi hatırlıyorum elimizde dondurma da vardı. Dondurmamızı yiyerek gidiyor, açıkçası pek de İstanbul efendisine yakışmayan bir halde yürüyorduk. Yürürken aniden birine çarptık. Daha doğrusu biz çarptığımızı sandık ve hemen özür diledik. Bu Boşnak bir gençti. Kendisine gülümsedik. Genç Türkçe biliyordu. Bize kolunu gösterdi. Sağ kolu yoktu. Sağ kolu dirsekten kopmuştu. Bize hem tebessüm ediyor hem de şöyle konuşuyordu:
“Ben kolumu, bazı arkadaşlarım canını, bazı arkadaşlarım diğer azalarını bu savaşta Allah için bıraktık. Ölenlerimiz şehit kalanlarımız ise gaziydi. Fakat bize bu maneviyatı veren Osmanlı ruhudur. Sizin dedeleriniz bize şehit olmayı, gazi olmanın ne olduğunu öğretti. Biz savaşırken biliyorduk ki arkamızda TÜRKİYE vardı. Türkiye’den gelecek en ufak bir haberi savaş sırasında dikkatle dinliyorduk. Savaştan Allah’ın izniyle sizlerin desteği ile zaferle çıktık. Fakat böyle bir milletin, böyle bir ülkenin vatandaşı burada diğer milletler gibi yürümemeli. Hele hele buraya savaş sonrası yağmaya gelir gibi gelen, buradaki iş imkânlarına çöreklenmek isteyen Batılı gibi sokakta yürüyemezsiniz. Bu size yakışmaz. İşte kolumun açısını o zaman hissederim. İşte o zaman biz üzülürüz. Sizin yolda yürüyüşünüz de farklı olmalıdır. “”

Evet, değerli okuyucularım bu olay aynen bu şekilde başımızdan geçti.  Bizler yolda yürürken de sorumluyuz. İstanbul efendisi gibi yürümeliyiz.  Mütevazilikten ayrılmamalıyız.

Kısaca: Rahman olan Allahü teâlânın [salih] kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürürler.) [Furkan 63]
(Yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.) [İsra 37]
Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın, yoksa siz farkına varmadan işledikleriniz boşa gider.(Hucurat 2)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

*
*
Website