Değerli okurlarımız, İstanbul nezaketini, vefayı biliyoruz değil mi? Ve yaşamaya da çalışıyoruz ve hatta anlatıyoruz.  Yüzakı Dergimizin bu sayısında sizlerle nezaketle ilgili bir anımı paylaşmak istiyorum.
Yani nezaketi ve mütevazılık nasıl bir şeymiş bunu anlatalım kıymetli okuyucularımıza istedim.  1991 yılında ilk defa umreye gidiyorum. İlk umremizde İstanbul’dan Cidde’ye ineceğiz, Cidde’den
Mekke’ye, orada ilk umremizi yapacağız. O yıllarda 25 yaşındayım, genciz, ilk umremiz, ilk defa Kâbe’yi göreceğiz nasıl heyecanlıyız, nasıl heyecanlıyız…

İstanbul’da havalimanında ihrama girdik, işte önümüzde koltukta oturuyoruz, yanımızda Mehmet Kandemir abimiz de var, Allah hayırlı ömür versin. Sevgili okuyucularım, uçakta önü koltukta oturan iki tane yaşlı amca var. Böyle, onlarda ihrama girmiş, sanki pirifâni gibiler, bembeyaz sakallı, böyle bir tane abimiz var hafif siyah sakallı konuşuyoruz, şakalaşıyoruz kendileri ile ama sanki dede torun gibi konuşuyoruz. Umreye gidiyoruz ama hafif yollu da şımarıklık var. Çünkü şakalarımız o manevi yolculuğun vakarına yakışmıyordu açıkçası. Şu an bu satırları yazarken bile utanıyorum ama siz değerli okurlarımıza ibret olsun diye yazıyorum.
Evet, bu kardeşiniz onlara Ramazan başlamadığı için, inince o gece başlayacaktı çünkü uçakta ikramlar getiriyorum ama sanki dede-torun gibi konuşuyorum kendileri ile kim olduklarını bilmiyorum. Konuşuyoruz tatlı tatlı. Neyse Uçak indi, Cidde havalimanına indi ve pasaport kuyruğuna girdik. Ramazan umresi olduğu için epey kalabalık, kuyruğa geldik. Aa bir de baktık ki uçakta kendileri ile konuştuğumuz o iki amca da bizim önümüzdeki kuyruktalar.  Yukarıda da yazdığım gibi kendilerini tanımıyorum sormadık da kim olduklarını ama onlarda bizim gibi misafir diye düşünüyorduk. Umre arkadaşım Mehmet Kandemir gibi bende umreye gelmiş ihramlı amcalar olarak düşünüyorduk.

O arada Suudi Arabistan’a girişte pasaport işlemleri için kâğıt doldurmamız gerekiyormuş. Ülkeye giriş kâğıdı doldurulacak. Oradan bir pasaport görevlisi kardeşimiz kâğıt verdi, dolduracağız. Biz Mehmet Kandemir kardeşimle doldurduk, uçakta unutmuşuz doldurmayı. O iki amca dan biri ki sonradan isminin Adanalı (Ömer Faruk Karabucak) Faruk amca olduğunu öğrendiğim amcamız güler yüzü ile bize dönerek,  çocuklar dedi siz okumuş insanlarsınız, şu kağıtları doldurur musunuz, nasıl doldurulacak bilmiyoruz, dedi.

Bende biraz sevinç biraz da okumuş çocuklar lafı ile memnun olarak kâğıtları aldım. Tabi ki amcacığım ver dedim, elimi böyle sakalına sıvazladım. Hiç olacak iş mi benim yaptığım. OO dedim sakalınız da pambık gibi dedi. Adanalıyız ya evladım ondandır, dedi o da gülerek bir şey demedi benim onun sakalına dokunmama.

Şimdi bu satırları okurken sanırım sizler içinizden yahu Fahri abi hiç olur mu Merhum Adanalı Faruk Efendi’ye bu yaptığınız gayri edep değil mi? Dediğinizi duyar gibiyim.

Efendim, aldım kağıtları doldurdum güzelce ama Mehmet’e sessizce ne dedim biliyor musunuz? Mehmet’e sessiz şunu dedim: “Bak görüyor musun, geliyorlar kâğıt doldurmasını bilmiyorlar. Bak biz dolduruyoruz ne güzel hizmet değil mi, amcalara yardım ettik dedim.

Ya gözleri görmüyor ya da Arapça, İngilizce yazıyor ya onlarda bilmiyorlar tabi. Bak bizim İngilizcemizde var, İngilizce okuyacağız, anlatacağız yardımcı olduk diye. Yaptığımız bu küçücük iyiliği Amerika’nın Türkiye’ye yaptığı Marşal yardımı gibi abartarak anlatıyorum.

 

Evet, efendim, bizim birinci yaptığımız bu, doldurduk kâğıtları verdik, o iki amcamız da sıraya girdiler. Bizim önümüzdeler. Tam Adanalı Faruk Efendi ve yanındaki arkadaşına sıra geldi. AA tam o sırada yabancı ülkeden bir hanımefendi pat diye Faruk amcamızın önüne geldi… Ben ihramlıyım ve nasıl sinirlendim. Yarım yamalak Arapçamla olur mu sıra var, sıraya geç dedim, tabii hava atıyoruz İngilizcemiz de var Arapça da döktürüyoruz(!)  Hatta hızımı alamadım pasaport görevlisine de niye sıraya bakmıyorsun diye ona da biraz sert konuştum. (Allah affetsin )

Tam o sırada Faruk amcamız kolumdan tuttu ve tebessüm ederek, yumuşak bir ses tonuyla şöyle dedi:  “ Yok kuzum, olur mu, bırak gelmiş artık. Öyle yapmış, biz bekleriz, biz zaten ihramda değil miyiz, biz zaten şu anda umrede değil miyiz, ha iki dakika evvel girmişiz ha beş dakika sonra girmişiz, biz ibadet halindeyiz, bırak o kardeşimizin olsun sıra.”  Bu satırların yazarı kardeşiniz ise, sakinleşeceği yerde cedele devam ediyordum. Olur, mu amca ya dedim, biz o kadar geldik, ayaktayız, bak sizde yoruluyorsunuz, dedim.  Faruk amcamız, yok dedi, ben yorulmuyorum kuzum, biz misafiriz. Misafir ev sahibinin kuzusudur, derler biraz bekleyelim inşallah, dedi.

Neyse sevgili okurlarım,  tabi bende gençliğin vermiş olduğu o cahillikle biraz daha vıdı vıdı yaptım yaptım ve sırama geçtim. Pasaportlarımızı aldık içeri geçtik. Otobüsümüze bindik, tavaflarımızı yaptık, say yaptık ve tabi akşamda inşallah ilk teravih kılınacak ramazanın ilk teravisi elhamdülillah; akşam namazı kıldık bir kalabalık oldu, böyle bir iki kişi kalkmaya başladılar musaffa yapıyorlar, yanımdakine sordum kim bu kalabalık niye herkes toplandı, ne oluyor diye. Mehmet Kandemir abide şaşırdı, kim bunlar Allah Allah diye. Aaa bir baktık ki o herkesin elini öptüğü musaffa yaptığı kişi kimmiş sevgili kardeşlerimiz, Adanalı Faruk amcamız… Adananın manevi görevlisi. Değerli abimiz iki üniversite bitirmiş, edebiyatı çok güzel bilen, çok güzel okuyan, maddi-manevi bilgileri değerli bir abimiz, Faruk amcamız… Aaa… Biz bir şok olduk. Düşünsenize ben neler yaptım, orada uçakta, yok sırada… Ama şimdi gelelim İstanbul nezaketine, bakın ne yaptım.
Kalktık hemen efendim özür dilerim, zatı alinize karşı sui edep de bulunduk. Hakkınızı helal edin lütfen dedik. Faruk Amcamız ise yine gülen yüzü ve adeta sanki sui edebi biz değil de o yapmış gibi mütevazi bir şekilde, elimizi tuttu. Bize sarıldı. istirham ederim, istirham ederim kuzum dedi. Kendi oteline gidene kadar benim elimi bırakmadı. Sevgili okurlarım o anki mahcubiyetimi sizlere bu birkaç satır ile anlatmam mümkün değil ama sanırım sizler ne kadar utandığımı anlamışınızdır.

 

Efendim daha sonra biz Mehmet kardeşimle Medine’ye geçtik, orada Faruk Amca ile tekrar Allah’u teala bizi karşılaştırdı. Ben yine yüzünü görünce böyle kafamı yere eğdim çünkü aklımda o var, pasaport kuyruğunda yaptıklarım, uçakta yaptıklarım var, aklıma geliyor utanıyorum hala her ne kadar istirham ederim kuzum geçti gitti densede. Medine’deyiz sahur sofrasındayız, Adanalı Faruk amcamız yanına çağırdı otur buraya dedi, burada yer var dedi. Gönlümüzü almak böyle bir şey işte. Bizi yanına oturttu.  Bu sayede ne yaptık farkındasın, gerçekten özrünün farkındasın, gerçekten utandın, gerçekten bunu nezaketsizlik olduğunu öğrendin bir daha yapmazsın işte. İstanbul nezaketi de bu. Yaptığının farkında ol, özür dile ve bir daha yapma.

Efendim, daha sonra Merhum Musa Topbaş Efendi kudduse Sirruh geldi ve sahur sofrasında sohbet yapacakken Adanalı Faruk abimize benim gözlüğüm yok, siz okuyun Faruk Efendi dedi. Merhum Faruk abimiz okudu, o günkü sohbetti altınoluk İslam Kahramanlarını okudu çok iyi hatırlıyorum. Bizde yanındaydık elhamdülillah.

Niye anlatım bu hatırayı? Hep ne diyoruz tevazu diyoruz, hep ne diyoruz nezaket diyoruz. Faruk amcamız rahmetli istirham ederim, istirham ederim diyerek böyle nezaketli, güzel konuşurdu ve hep yüzünde en ufak bir tebessüm eksik olmazdı. Uyaracağı zaman bile, ikaz edeceği zaman hep tebessüm ederdi. Ve muhatabının ellini tutardı. Elini avucunun içine alırdı tıpkı kalbi gibi önce ısıtırdı, gözünün içine bakarak biraz da kalp mesanesini çeker öyle konuşurdu. Adanalı Faruk amcamız, Allah rahmet eylesin. Hepsini diğer abilerimizi de.

 

 

Kısaca:  Deprem bölgesinde giden, sahada bulunan kardeşlerimize Rabbim güç, kuvvet, güzellik versin, ferahlık nezaketi de mümkün oldukça elimizden bırakmayalım sevgili kardeşler, Allah emeğinizi daim etsin, kabul etsin inşallah. Tebessümü yüzümüzden eksiltmeyelim. Bu satıları okuyan sizlerde lütfen Faruk amcanın yaptığı gibi eli tutarak sanki kalbi tutuyormuş gibi, çevrenize, patron isek çalışanlarımıza, müdür isek ekibimiz altında mütevazı ve tebessüm ile yapalım. Allah’a emanet olunuz.
Resullah S.av efendimiz şöyle buyurmuşlar :
(Mümin kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır.) [C. Sagir]

(Din kardeşine güler yüz göstermek, iyi şeyler öğretmek, kötülük yapmasını önlemek birer sadakadır.) [Tirmizi]

(Mallarınızla herkesi memnun edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlakla memnun etmeye çalışınız!) [Hakim]

(Selam verirken gülümseyen, sadaka sevabına kavuşur.) [İ.E.dünya]

(Hayrı, iyiliği, güzel yüzlülerin yanında arayınız!) [Buhari]

(Huyu ve yüzü güzel olan dünya, ahiret iyiliğine kavuşur.) [İbni Şahin]

(Süleyman as ) « ….Bu sözü üzerine tebessüm edip güldü ve dedi ki: ‘Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat.'(neml suresi 19.ayet)

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

*
*
Website