Yazan: Fahri Sarrafoğlu

O mahallede Garip Dede diye bilinirdi. İstanbul Kasımpaşa taraflarında yaşardı. Garip Dede’nin garipliklerinden dolayı ona bu isim verilmişti. Hiç ummadığınız bir anda kapı çalar: “Çöpünüz varsa alabilir miyim” diye sorar; Aldığı çöpün önce içini güzelce çöpe boşaltır. Yenebilecek yemek artıkları varsa güzelce kendi getirdiği kaba kor ve köpeklere, kedilere verirdi. Yine gelir : “Atılacak eşyanız var mı, ben atayım “ der ve sizin atmak istediğiniz ikinci el eşyaları alır, götürür çöpe atmaz kullanılacak durumda ise mutlaka ihtiyacı olan birine verir. Kırılacak ağaç eşya ise onları kırar, ya soba yakanlara verir ya da odun fırınına götürür : “sen yak bunları bana da ekmek ver” derdi. 

Fazlaca konuşmayı sevmezdi. Para da istemezdi. Siz o görmeden cebine atarsanız eğer o zaman bir şey demez ya kendi kullanır ya da yine ihtiyaç sahiplerine verirdi.

Garip Dede yine bir gün koşarak gidiyordu. Sanırsınız ya biri kovalıyor ya da bir yere yetişecek. O kadar hızlı gidiyor ve elinde de bir tepsi var, üzeri örtülü bir tabak taşıyor.  Tam koşarken mahallenin varlıklı ailelerinden işadamı Remzi Bey ile karşılaşıverdiler. Daha doğrusu karşılaştılar mı o mu karşılaşmak istedi o ayrı bir konu. Garip Dede, Remzi Bey’i karşısında görünce birden zınk diye durdu: “ Koşuyorum, koşuyorum yetişemedim. Sen yetiştin mi bari? “ Remzi Bey, Garip Dede’nin bu sözüne bir anlam veremedi: “ Neye Garip Dede? Neye yetişemedim mi? “

“Evladım, her kime sorsam, nasılsın diye işte koşturuyoruz Garip Dede diyorlar. İşlerin nasıl diyorum, koşturuyoruz, diyorlar, hayatın nasıl gidiyor diyorum, koşturmaca diyorlar… Ailesini soruyorum çoluğun çocuğun nasıl diyorum, koşturup duruyorlar, diyorlar. Allah Allah demek ki koşturmak iyi bir şey ki ben de koşayım dedim. 79 yaşındayım ve bu yaşıma kadar koşturmadım. Bir de koşturayım dedim. Şu sokaktan bir koştum. Esnafa selam veremedim, köpeklerin rızkını dağıtamadım. Koşturma telaşından Allah’ı zikredemedim. Etrafa güzel huzurlu bir nefes alıp –veremedim.  Kısaca koşturmakta bir fayda göremedim. Huzurlu anımı yaşayamadım. Sen yılların tüccarısın. Yıllardır koşturuyorsun. Sana soruyorum. Sen bu hayatın boyunca koşturmada ne buldun? Koşarken hayatı da aynı anda nasıl yaşayabildin?  Allah aşkına şu işin sırrını bana da söylesene. Bu yaşıma geldim ben bulamadım. Ne olur bu sırrı bana söyle. “

Remzi Bey, verilen mesajı anlamıştı. Evet, yıllardır o ülke senin bu ülke benim koşturup durdu. Ünlü ve başarılı bir tüccardı. Ama ne çocuklarının büyüdüğünü görebildi. Ne annesinin cenazesine yetişebildi. Ne de dostlarının mutlu gününde yanında olabildi. Ya çelenk gönderdi, ya katılamayacağım diye tebrik telgrafı gönderdi. Ya da şoförüyle hediyeler gönderdi. Ama hiçbir zaman anı yaşayamadı. İşte bunu hatırlatmıştı Garip Dede.   Ve o gün niye etti, önce dua ile başladı işe : “ Allahım ne olur anı yaşayabilmem için bana yardım et, yol göster. “

KISACA:

Vaktin oğlu anlamına gelen ibnülvakt, tasavvufta, sûfinin her vakit içinde bulunduğu zamana en uygun düşen ibadet ve amelle meşgul olması anlamında kullanılmaktadır.
Anın yaşanması demek, “O her gün yeni bir oluşum içindedir ” âyetinin (er-Rahmân 55/29) yorumundan ibarettir. Buna göre vakit tıpkı mekân gibi Hakk’ın sürekli tecellilerini taşıyan bir mazhar ve tecelligâhtır. İnsana düşen vazife her anda gerçekleşen bu tecellileri idrak etmektir.
“O, ölümü ve hayatı, amel/davranış bakımından hanginizin daha güzel olacağını imtihan etmek için yarattı.” ayetiyle de ömrümüzü iyi kullanmamızı tavsiye ediyor.
İnfitâr 10-11-12. “Halbuki sizin üzerinizde elbette (yaptıklarınızı) hıfzeden, şerefli kâtipler vardır (ki), onlar yaptıklarınızı bilirler.”

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

*
*
Website